SERATONİN
Serotonin 1948 yılında Page tarafından, dokulardan ve öteki maddelerden ayrılarak keşfedilmiştir. Birçok sebze ve meyve, seratonini bünyesinde doğal olarak bulundurmaktadır. Serotoninin ön maddesi olan triptofan, gıdalardan alınmaktadır. Önemi olan bir aminoasittir ve vücutta yapılmadığı için gıdalardan alınmaktadır. Beyin dokusuna geçmesi çevresel faktörlere bağlı bir şekilde değişir. Beyne geçen oran, alınan besinlerle doğru orantıda olmaktadır. Yiyeceklerle alınan oran arttıkça beyne geçen miktar da artmaktadır.
Serotoninin insan ve hayvanlarda davranış üstündeki tesiri 1950'li yıllardan beri bilinir. Serotonin alıcılarında* işlevsel bozukluk olduğunda aşağıdaki davranış bozuklukları ve akıl hastalıkları ortaya çıkar:
Endişe, kaygı,
Depresyon,
Cinsel fonksiyon bozukluğu,
Akıl hastalığı,
Bellek bozukluğu,
Duygulanım bozuklukları,
Migren,
Uyku sorunu,
Mevsimlerle gelen duygulanım bozukluğu,
Obsesif-kompülsif bozukluklar,
Saldırgan davranışlar,
İntihara eğilim,
Beslenme bozuklukları,
Alkol ve madde bağımlılığı,
Panik bozukluk,
Dikkat azalmasıyla olan bozukluklar,
Çocukluk dönemi ruh hastalıkları,
Orta yaşta bunamayla meydana gelen Alzheimer.
Serotonin Sendromu
Ruhbilim ve tıp alanında endişe ile zorlanma arasında bulunan ilişkiyi inceleyen ilk incelemeler 1970'li yılların başlarında yapılmış, sonlarına doğru bu tür araştırmaların sayısı artış göstermiştir.
Kaygıyı ve endişe ile zorlanma arasında bulunan ilişkiyi anlatmadan önce, bu konuları içeren incelemelerde çok karşılaşılan bir kavram karışıklığının üzerinde durmak istiyorum. Bu kavram karışıklığı kaygının zorlanmayla eşanlamlı kullanılmasından; kimi yerde endişe yerine zorlanma, kimi yerde zorlanma yerine endişe kavramına yer verilmesinden kaynaklanmaktadır.
Birçok araştırmacı gibi ben de bu iki kavramı birbirinden ayıran kesin sınırları çizdim ve her iki kavramın tanımlarını ayrı ayrı verdim. Buna göre kaygı, elem doğrultusunda bir duygulanım durumudur. Bu duygulanım durumuyla zorlanma arasında bulunan ilişki iki biçimde olmaktadır. Dış ve iç ortamdan kaynaklı olan zararlı etkenler organizmanın değişik alanlarında, yapılarında zorlanma yaratır. Ruhsal alanda meydana gelen zorlanma belirtisi veya tepkisi, endişe düzeyinin yükselmesidir. Zorlanma yaratan zararlı etkenin niceliğine ve niteliğine göre endişe düzeyi doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yükselir. Kaygı düzeyinin yükselmesi organizmanın öbür alanlarına, yapılarına, fonksiyonlarına yansır, kan basıncı yükselir, iç salgı bezlerinin fonksiyonları aksar. Fizyolojik kaynaklı zararlı etken ise iç salgı bezleri, kimyasal ileticiler, bağışıklık sistemi gibi yapıların işlevlerini etkiler ve organizmayı zorlar. Yani endişe düzeyinin yükselmesi psikolojik kaynaklı zararlı etken olarak değerlendirme yapılır. Birçok yazar ve düşünür 20. yüzyıla ve bilhassa bu yüzyılın ikinci yarısına, "Kaygı Çağı" adını vermiştir.
Kaygı ve konsantrasyon bozukluğu
O zaman kaygının bütün dünyada yayıldığını ve bunu şartların zorladığını söyleyebilir miyiz? Evet, bunu söyleyebiliriz. Evrensel boyutta bakarsak, endişe asıl olarak insanın defans işleyişini harekete geçiren bir çeşit uyum mekanizması, ama bazı zamanlar öylesine yoğunlaşıyor ki, patalojik ebatlara erişebiliyor.
Ruhsal sorunların gündeme geliş süreci şöyle işliyor: Önce sorun anksiyete* kaygıyla başlıyor, sonra depresyon gelişiyor ve onun neticesinde da obsesyonlar meydana gelebiliyor. Eğer depresyon uzun süreli olursa ve bu süreç içinde kişi bir iki kez panik atak geçirirse, bu kimi zaman panik bozukluğa dönüşebiliyor. Ve en önemlisi psikiyatrik hastalıkların beraberinde de mutlak suretle endişe izlemleniyor. Kaygılı kişiler hayatın her alanında ciddi anlamda bunu yaşıyor. Mesela işyerinde bu kaygıyı taşımış olduğu için işini kaybedebiliyor veya eşiyle sorunlar yaşıyor. Kaygı o kişiye panik yaşattığı için devamında kayıplar geliyor. Kayıplar insanı iyice çıkmaza sokuyor ve bir döngü halinde süreç uzayıp gidiyor. Kaygılı insanlar ayrıca, yeni insanlarla tanışmaktan da çekiniyor. Biraz da sosyal fobik olduklarını gösteriyor bu durum.